6. yüzyılın
sonlarında, Habeşistan’ ın “Etiyopya Kaffa” bölgesinde “Kaldi” adında bir keçi
çobanı yaşar.
Bu çobanın
keçileri, henüz o zaman adını bilmediği bir ağacın meyvesi ile beslenmektedir. Kaldi’
nin bile ismini bilmediği bu ağaç “Buna” olup, meyvesi ise “kahve kirazı” dır.
Çoban Kaldi, keçilerinin bu meyveyi yedikten sonra uyumak istemediklerini fark eder. Bu duruma önce şaşırır ve daha
sonra dönemin alim kişilerinden icazet ve bilgi almak için “Buna” meyvesini
zamanın sufilerine götürür, Sufiler önce pek anlam veremezler ve meyvenin
çekirdeklerini ateşe atarlar. Ateşe atılan çekirdekler kavrulur ve o hayranlık
uyandıran kokusunu odaya salar. Bundan etkilenen Kaldi ve Sufiler çekirdekleri
taş ile öğütür ve ilk kahveyi demlerler.
İlk
zamanlar sufiler kahveyi uzun gece ayinlerinde ya da gece çalışmalarında uyanık
kalmak için kullanırlar.
Habeşistan’da
doğan bu akım Cibuti Limanından Yemen’in Moka Limanına sıçrar. Arap yarım adasına
ulaşan kahve serüveni, Arapların kahve yetiştiriciliği ile kalmayıp aynı
zamanda ticaretine de başlamalarıyla İstanbul’a ulaşır.
İstanbul’da
çok sevilen kahve, sosyal yaşamın bir parçası olma yoluna girdiği ilk yerdir.
İstanbul’da düzinelerce kahvehane açılır. Buralara insanlar sadece kahve içmek
için değil, söyleşi ve ders etkinlikleri vermek içinde giderler.
Osmanlı İmparatorluğu, bu dönemde kahveyi askeri alanda
kullanmaya başlamıştır. Nasıl mı? Gece baskınlarında
ayık kalmaya çalışan askerler bunun için
kahveden destek alırlar. Viyana kuşatması için develerce yük ile Viyana’ya
kahve götürülmüştür. Ama, kuşatmanın ani kaldırılması kararıyla ordu
ağırlıklardan kurtulmak amacıyla kahveyi orada bırakır. Avrupa’nın kahve
serüvenine dahil olması da böylelikle gerçekleşir.
Kaffa
Buna ismi ile ilk yola çıkan kahve, Yemen’in Moka Limanına ulaşmasıyla QAHWAH
ismini alır . İstanbul’a ulaştığında ise KAHVE, Avrupa’da ise COFFEE
olarak anılacaktır. Kahvenin ilk adını ve onu keşfeden ilk canlı olan keçiyi,
kahve severleri ağırladığımız kahve evlerimizin kalbinde yaşatmaktan gurur
duyuyoruz.